Perşembe, Şubat 22, 2007

Hey gidi günler heeey...!!!
Simdilerde sairin tabiri ile yolun yarisina gelmis olan nesil, cocuklugunu ya da ilk ergenlik yillarini 1982, yani Özal öncesi yasamis kisiler. 30 ile 40 yaslari arasindaki Türk insani üzerinde, yasadiklari dönemin çok büyük etkisi olmustur. Onca olumsuzluga, onca yokluga ragmen o yillara karsi müthis bir özlem tasir içinde. Özlem, çocukluk ya da gençlige midir yoksa o yillarin masumiyeti ve safligina midir bilinmez.Yil ya 78 ya da 79. Erkek kardesim bir- iki yasinda, ben ilkokuldayim.
Evimizin karsisindaki müstakil evde üniversiteli gençler yasiyordu ve ev arada sirada silahli kisiler tarafindan basiliyordu. Biz, kaza kursununa hedef olmamak için ailecek yerde yatiyorduk. Polis evlerde olur olmaz aramalar yapiyor diye, babam kütüphanemizdeki tüm sol içerikli yayinlari divandaki iki yatagin arasina sakliyordu. Yolda yürürken bile birileri sizi durdurup kimlik soruyordu. Her hafta sonu, evimizin duvarina yazilan yazilari boyuyorduk.
Okudugum ilkokulun kantininde simit ve Çamlica gazozu disinda bir sey yoktu, zaten o zamanlar çocuga haftalik vermek diye bir sey de yoktu.Gene de bakkala gidislerimde kalan para üstlerini haftalarca biriktirip, tüpte sokella aliyordum. Onca zaman para biriktirilerek alinan ve bitmesin diye gidim gidim yenen o tüpte sokellanin tadini hala hiçbir seyde bulamiyorum.
Ben sansliydim, babam denizciydi. Seyir dönüsleri bana envai çesit oyuncak getiriyordu Avrupa'dan. Ama o zamanin çocuklari bile bir tuhafti, ben mahalledekilerle paylasmayinca o oyuncaktan da zevk almiyordum.
Hala gazoz kapaklarini tasla düzeltip, bugünün TASO'larina benzeyen Seyler yapiyordum. Dokuztas, misket, kukali saklambaç, hele o "en de tura bir iki üç güzellik", unutulur gibi degildi.
İnsaatlardan sökülen pasli çivilerle oynanan topraga çivi saplamaca gibi tamamen yoklugun tetikledigi yaraticilik örnekleri. Sokaklar bizim, dert yok, tasa yok, oyuncak yoktu, olsa da devir hesap devri alacak para yoktu ve eglence yaraticiligimiza kalmisti. Yaz günleri, sabahtan aksama kadar sokaktaydik. "Sokaga Çikmak" diye bir deyim vardi.
Hayat o kadar güzeldi ki, ilk askima dört yasinda vurulmustum. Net hatirladigim bir sahne var: Adi Yalin. Babasi ona iki tekerlekli bisiklet almis ve bana "Yarin seni de bindirecegim" diye söz vermisti. Bindim mi? Hatirlamiyorum, sonra tasindilar mahallemizden. İkinci askim, alt katimizda oturuyordu. Bir gün incir toplayacagiz diye, Çengelköy sirtlarinda kaybolmustuk birlikte. Diyarbakirli Kürt bir Karpuzcumuz vardi. Sali Cuma karpuz, kavun getirirdi kamyonla. "Kavun ye bal ye" diye bagirirdi. Hakikaten de o kavun bal gibiydi. Hele o zamanin çilekleri, bir reçel kaynadi mi, degil apartman mahalleyi sarardi o nefis çilek kokusu.
Reçel yapilacak çilek neredeyse bir gün boyunca bes alti kez suyu degistirilerek kovalarda bekletilirdi topragi çiksin diye. Üstelik suya da rengi geçmezdi.S imdi çilekler toprakta yetisiyor ama topraga degmeden büyüyor. Belki de o yüzden ne tadi var ne de kokusu. Siyah beyaz ve tek kanalli televizyon, küçücük parmaklarimizin arasinda kaybolana dek biçakla yontulan kalemler -ki kalemtiras kullanmak israfti, siniflardaki çöp kovasi onu kalem açma kuyruklarini unutan var mi?
Plastik ilkel beslenme çantalari ve okula götürülmesi yasak olan muz. Hele iç içe gecen halkalardan olusan ve her zaman akitan o plastik bardaklar, kâbusumdu benim. Uçlu kalem geldiginde memlekete, uzay mekigi gibi bakmistik ve onun ucu da uzay mekigi firlatma rampasi gibi kavrardi kapkalin kalem uçlarini. Bunlarin her biri güzel birer ani, 30 lu yillarini sürenler için. 40 li yillarini sürenler için o dönem, terörle özdes. Zira çogu Üniversiteyi ya zar zor bitirdi, ya da ayrilmak zorunda kaldi. 50 üzeri için ise hatirlanmak bile istenmeyen günler. Çünkü onlar çocuk okutmak ve yasam mücadelesi vermek zorundaydi, onca yokluga, parasizliga ve kardes kavgasina ragmen. Sadece çocuklar o yillarin tadini çikardi, sadece çocuklar mutlu ve umarsizdi ve sadece çocuklarda hatirlanasi güzellikler birakti.
O dönemin çocuklari, simdi çocuk yetistiriyor. Sahip olamadiklari oyuncaklarla dolu çocuklarinin odalari. Yedikleri dayaklarin inadina seslerini bile yükseltmiyorlar çocuklarina. Dizlerinden, dirseklerinden yara kabugu eksik olmayan o zamanin çocuklari, cocuklarindan kan alinirken fenalasiyorlar. Ancak hava karardiginda ve babasi isten geldiginde eve giren simdinin ana babalari, çocuklarini kapi disari çikaramiyorlar, zaman zaman hakli sebeplerle. Annelerinin bir bakisi ile mum kesilen, aksama babana söylerim tehditleri ile büyümüs o çocuklar, bugün kendi çocuklarinin psikolojisini bozar diye HAYIR bile diyemiyorlar.
O zamanin çocuklarinin, simdiki çocuklari doyumsuz, çogu bilgisayar basinda patates cipsi yedigi için sisman, hepsi zehir gibi akilli ama onca imkâna ragmen okulu pek azi seviyor. Çelik çomagi, kukali saklambaci ve hatta uçurtma uçurtmayi bilmiyor. Onlarin uçurtmalari marketlerde hazir yapilmis olarak satiliyor ve babayla bir Pazar günü saatlerce ugrasarak uçurtma yapmanin zevkini ve yesil tepelerde uçurtma uçurmanin tadini bilmiyorlar. Okulun açilacagi haftanin öncesinde önceleri zevkle baslayan ama sonra iskence halini alan, defter kaplamanin ne demek oldugundan habersizler, defterlerin kaplanmaya ihtiyaci yok çünkü. Kâgit onlar için burusturulup atilabilecek bir sey, defterden kâgit koparmanin nasil olup da YASAK olabilecegini akillari almiyor.
Hiç dut silkelemediler, bembeyaz çarsaflara ve hiç incir agacinin ince dalina basip yuvarlanmadilar komsunun bahçesine.
Mutlular mi?
Umarim öyleler. Peki, çocukluklarini bizler gibi, özlemle anacaklar mi?Umarim...
Alıntıdır...

Hiç yorum yok: